Sıradan bir sabahtı. Ta ki balkona çıkınca evimin önündeki canım ağacın budandığını görene dek. Kızım ve ben o ağacı çok severiz. Onun da uyanınca buna çok üzüleceğini düşünerek balkonda uzun uzun ağladım. İkimizin yerine de ağladım. İçim çıkana kadar ağladım. Ağaç olduğu gibi budanmıştı… Yerinde koca bir boşluk… Kalbimde koca bir boşluk…
O ağaç, ağacın dalları, dallardaki yeşil yapraklar ve üstüne konan, göçen güzel kuşlar bizim dostlarımız, yoldaşımız ve hayatın aktığının belirtileriydi her gün ve her mevsim.
Aslında gözyaşlarım sadece ağacın dalları ve yapraklarına değildi. Belki bencilce veya insana özgü bir duygu bilemiyorum ama, ağaca bağladığımız duygulardı da aynı zamanda beni ağlatan. Mevsim geçişlerinde hayat telaşesinden yakalayamadığımız minik detayları ağacın değişiminden görmek ve hayatın farkına varmak, balkonda otururken karşı blokların soğuk duvarlarını görmek veya onlar tarafından görülmek yerine ağacın haşmetine saklamak mahremiyeti, o ağacın altında sevdiklerinle vedalaşırken ağzından çıkan sözlere dilsiz ve mağrurca şahitlik etmesi yeşil dalların… Hepsi bir bir geçti zihnimden ve kırılgan kalbimden…
Budanmış ağaca yeniden baktım suyumu içerken. Kökleri içime umudu bıraktı bir anda ve ektim kalbime beklemeyi. Bekleyecektim.
Tabiat ana, ağacı yine yağmurlarla sulayacak, dünya güneş etrafındaki turunu tamamlarken ucu bizim ağacımıza da değecek ve o dallar yeniden salkım salkım olacak, kışın rüzgarla iş birliği yaparak yaramaz yaramaz öpeceklerdi yine penceremizi… Tıpkı kapı zillerine basıp heyecanla kaçışan çocuklar gibi…
***
Şehirlerin kalabalığıydı insanı yalnızlaştıran… İnsan koskocaman bir sitede karşı komşusunu tanımaz ve komşusu ile selamlaşmazken, insanın eski mahallesinde çok yakından tanımadığı ancak devamlı selamlaştığı birinin vefatı ile sarsılırken duyduğu üzüntü kalabalıklaştıkça azaldığımıza işaret eden bir yaraydı sanki. Öyle bir yara ki hemen herkesin eşelediği ve bir türlü kabuk bağlayamayan bir yara…
Bu düşünceler ile alelacele hazırladığı tostundan bir ısırık alırken bir yandan da bilgisayarını açmaya çalıştı adam. Mail kutusundaki doluluk sanki dile gelmiş ve daha fazla ihmal edilirse ekrandan fırlayıp sağlam bir yumruk çakacak gibi duruyordu suratının ortasına. Teker teker ve isteksiz bir şekilde maillerini kontrol etti, ast üst ilişkisini dikkate alarak. Maillerin sonunda ya “gereğini rica ederek” ya da “bilgilere arz ederek” hepsini yanıtladı. Bir de bilgi kısmı vardı her seferinde gözetmesi gereken. Bu bilgi kısmı yıllar geçtikçe, plaza koşulları çetrefilleştikçe, pozisyonlar bölünerek çoğaldıkça kalabalıklaşıyordu. Mail direkt olarak bir kişiyi bile ilgilendirse bu gerçek olan kısım solo performans olarak kalıyor, mailin bilgi kısmı yan yana dizilerek, düğün halayı çekercesine uzayıp gidiyordu. Ne kadar uzarsa uzasın, olayla uzaktan yakından kimin alakası varsa dolduruyordu o da bilgi kısmına. Ne yapsın? Bir keresinde bir yazım hatası için sekreterliğe mail attığında, fotokopi ve baskı biriminden sorumlu kişileri bilgiye eklemediği için linç yemişti resmen. Bazen de hiç alakasız bir konuda bilgi kısmına eklenmeyen insanların sitemi ile karşılaşıyordu. Sitem etmek teşekkür etmekten daha kolaydı (!) çünkü ve bu yoğun ve herkesin “çok aşırı meşgul” olduğu dünyada “sitem” daha çok rağbet görüyordu sözüm ona.
Hafta sonu memlekete gitmek için izin kullanmak istedi. Bunun için izin isteği mailini “direkt” olarak iki kişiye, bilgi kısmında da sekiz kişiye falan gönderdi ve memlekete gitmesinde bir sakınca görülmedi. Cumartesi sabah erkenden kalktı ve yola koyuldu. Yol üzerinde tam da her gün iş arkadaşları ile gittiği o meşhur kahve mekânının şubesini gördü. Ama durmadı. Şu an o kahvenin kokusu ile o şehir hayatına ve telaşına geri dönmek değil, cam bardakta ve altında mutlaka kırmızı beyaz çay altlığının nostaljik görüntüsü ile memleketine kavuştuğunu hissetmek istiyordu tam olarak. İlk benzinliğe girdi, çayını söyledi. Böylesi, bağlamla daha bir bütünleşmişti şüphesiz.
İşte kasabaya giriş yapmıştı. Camı açtı. Eli hava ile temas eder etmez, dedesinin papra biçmeye gittiği at arabasında hissetti kendini birden… Daha kasabaya girer girmez ve ilk temasta hem de…
Oturdukları evde artık halası ve oğlu oturuyorlardı. Hiç haber bile vermemişti geleceğini. Birden halasına direkt mail attığını, halasının oğlu ve eşini de bilgi kısmına koyup haber verdiğini hayal etti ve gülümsedi. Hayat bazen, hayat bazen gerçekten… Öyleydi işte.
Çok sıcak karşılandı. Herkes ve her şey kusursuz samimiydi. Evin girişindeki o yüksek taşlar, yıllar geçtikçe aşınmış, alçalmış ve küçülmüştü. Değişmeyen şey o samimiyet, o kastra ekmeği kokusu ve duygulardı… İçine çocukluğundan bir bayram sabahı doğmuştu sanki… Kalabalık, insanı çoğaltan kalabalık, insana huzur veren kalabalık, bilgilere arz edilmeyen sohbetler bu küçücük odada onunlaydı şimdi.
Uzun zamandır ilk kez bu kadar yakın olmuştu huzura… Orada köklerine sarıldı sıkı sıkı… Ve uyuyakaldı.
***
Doğayı çok sevdiğim halde, hiç çiçek beslemedim. Çiçekleri çok sevsem de, hiçbir saksı çiçeği alıp bakmayı düşünmedim. (Evet bu benim sorunum, konumuz bu değil.)
Okul değişikliği yaptığım ilk zamanlarda bir tane orkide yollandı bana çok sevdiğim dostlarım tarafından. Mutlu oldum, çok duygulandım ve sevindim tabii. Ancak bu duygusallığı güzelim çiçeğe yansıtamadım. O bir canlıydı ve bakıma ihtiyacı vardı. Ben de sanırım bunu beceremedim. Çiçeği arada suladım, yerini falan değiştirdim ama olmadı. Gel zaman git zaman çiçek sevdalısı benim canım Shaba Teacher’ım çiçeği gördükçe seviyor ve ona bakmam konusunda bana bilgiler veriyordu. Bana evdeki çiçeklerinin fotoğraflarını gösteriyor, onları fotoğraflardan bile seviyordu. Shaba’nın müthiş çabası ve öğütlerinden sonra bile ben bu işi yapamadım. Çiçek soluverdi gözümüzün önünde ve büktü boynunu öylece köşesinde.
Bir okul çıkışı Shaba şayet istersem çiçeği eve götürüp onu iyileştirebileceğini söyledi. Hemen çiçeği aldı, onunla konuştu ve çok tatlı Türkçesi ile “ Bakalım onun kökleri ne durumda Rukiye Hocam?” dedi. Köklerine baktı ve orkidenin kökleri hala sağlamdı. Shaba bu umudu bana vermişti ya, o an mutluluktan dünyalar benim oldu.
Shaba o müthiş ilgisi ve sevgisi ile diriltti canım orkide çiçeğini. Bana çiçek için evde en güzel yeri seçtiğini söyledi ve çiçeğin fotoğraflarını attı. O fotoğraf hala gözümün önünde… Bana her sabah hüzün dolu bakan çiçek, o fotoğrafta gülümsüyordu. Buna yemin edebilirdim, gülümsüyordu çiçek.
“Kökleri sağlammış.” dedi Shaba. “Ben ona çok güzel baktım, o iyileşti.” dedi. Shaba Türkçe konuşunca bir başka sevimli oluyor, orkidem şevkatli ellerde, köklerine ve sevgiye sarılarak yeşeriyordu.
***
“Neden anaokuluna yollayacakmışsın çocuğu?” diye sordu anneanne. “Hadi çalışsan neyse de, zaten iki sene sonra ilkokula başlayacak yavrucak. Bırak da otursun evde.” diye de çıkışır gibi oldu az. Anne tüm sakinliği ile “Ama okul sadece eğitim için değil, yaşıtları ile sosyalleşmesi için de çok önemli.” dedi. “Hem bir şeyler öğrenir, yazar, boyar, eli alışır. İlkokula başlayınca rahat eder çocuk fena mı?”
Anne uzun okul araştırmalarından sonra çocuğu bir okula yazdırdı. Kararının oluşmasında, ilk tanıdığı sınıf öğretmeninin etkisi çok yüksekti. Öğretmen daha ilk tanışmalarında şefkat ve sevgi ile çocukla iletişim kurmuştu. Çocuğun eline hemen bir kalem, kâğıt tutuşturup, en sevdiği oyuncağı çizmesini istememiş, oyuncağın kaç kolu, kaç bacağı var diyerek samimiyetin altına matematik becerisini ölçmeyi sıkıştırmamış ve önce duygulara eğilmişti üstelik. Üstelik annemiz daha ilk görüşmede bilmediği birçok yabancı terime maruz kalmamış, sadece çocuğu konuşmuşlardı öğretmenle. Yani asıl mevzuyu. Akademik beceriler, teknik yöntem eğitimin çok önemli bir parçasıydı ama merkeze sağlıklı ve mutlu çocuk koymak ve her şeyi bunun üzerine yapılandırmak asıl olması gerekendi mutlaka.
Çocuk mutlu mesut okuluna başladı. Öğretmenini çok sevdi. Çok güzel gülümsüyordu öğretmeni. Onları sonuna kadar dinliyor, kitaplarını açmalarına yardım ediyor ve birlikte çiçek suluyorlardı. Anaokulu deneyimi boyunca çocuk sayıları, boyadığı renkli makarnalarla, lego çorbası oyunuyla ve bahçede oynadıkları oyunlarla öğrendi. Ve bunun gibi daha birçok şeyi… Okulu öyle çok sevdi ki, öğretmenini öyle çok sevdi ki bu onun tüm eğitim öğretim hayatını olumlu yönde etkiledi. Okul zihninde hep rengârenk ve cıvıl cıvıl bir yerdi.
İleriki yıllarda, çok iyi geçinemediği veya yıldızının çok barışmadığı bazı öğretmenleri oldu mutlaka. Ama bu onun öğrenme aşkını hiç engellemedi. Bu yolculuğu daha en başından çok sevmişti. Hem ne demişti anaokulundaki öğretmeni? “Hayatta her şey, her zaman bizim istediğimiz gibi olmaz.” Bunu hep düşündü.
Annesi hep dua etti anaokulu öğretmenine, ne güzel izler bırakmıştı. Çocuğun ilerleyen zamanda okul veya derslerle ilgili ufak tefek yokuşları olsa da, “temeli” sağlamdı. Kökleri daha başından sevgi ile sulanmıştı ne de olsa…
***
Bizim evin önündeki ağaç mı? Budandıktan kısa bir süre sonra, budama işinde parmağı olduğunu düşündüğüm abi ile evin önünde karşılaştım. “Haksız” sitemlerimi dile getirdim. Kendisi çok sevecen ve çok bilge bir tavırla, budanan ağacın köklerini işaret etti bana. “Kökleri orada, sen ne diyorsun daha?” demedi ama ben anladım. Bilgime arz etmeden, gereğini de rica etmeden kökleri gösterdi sadece…
Ağacımız şimdi yemyeşil… Yine gölgesinde saklıyor bizi. Yine kahvemi elime alıp dertleşiyorum o güzelim dalları ile… Herkesi çekiştiriyoruz yumuşak yumuşak haberiniz olsun.
Ağaçla aramızda gizli bir anlaşmamız bile var artık. Parolamız da belli… Bir gün geçici bir ayrılık yaşarsak yeniden, hemen parolayı hatırlayacağız.
Parola mı? Onu bulan da bana istediği yerden dönüş yaparsa şahane olur. Ciddiyim şahane olur.
Sevgiyle kalın…
Süper herhafta en güzel dediğim her hafta zevkle okuduğum biri oldunuz süpersiniz rukiye hanım
Çok teşekkür ederim. Çok mutlu oldum Nilüfer Hanım.