Dün annemle oturuyorduk. Okulların açılması en nefis gündem olunca, içimdeki ilhamı uyandıracağını hiç bilmeden, okula başlangıç maceramı anlattı annem yine, yeniden… Hikâyenin kahramanı olarak hikâyeyi biliyordum aslında… Ama gözümü bile kırpmadan, kahvemi bile yudumlamadan dinledim annemi ben yine ve yeniden…
…
Babamın elinden tutmuş biraz kaygılı yürüyordum Gümüşsuyu yokuşundan Fındıklı’ya… Oyun oynadığım sokağımıza attığım hüzünlü bakış şimdi bugün gibi gözlerimde… Bu, çocukluğa veda etmek değildi oysa… Fakat ben ne hikmetse öyle sanıyordum içten içe ve neredeyse emindim bundan üstelik. İpim, topum, bebeğim, rengarenk balonlar, ziline basıp kaçtığımız apartmanlar ve terli üstüm… Vedalaşıyor muyduk biz şimdi? Babam beni okula yazdıracakmış o gün. Yolda anlatıyor artık büyüdüğümü. Ama bana hiç sormuyor ki acaba ben büyümek istiyor muyum diye? Neyse babalar bir şey anlatıyorsa bunda bir güzellik vardır illa ki diye teselli ederek kendimi, ilerledim çok da emin olmayan adımlarla koskoca okul kapısına. Okulumun adı Namık Kemal İlkokulu… Cennet Bahçesi’nden yokuşu inip, merdivenlerden aşağı Fındıklı’ya süzülürken orada kocaman bahçeli bir okul işte. Okul tam olarak nedir? Bir fikrim yok. Burada yine babama güveniyorum. Küçükken dedem bağda, bahçede çalışsın diye babamı okula yollamamış ama o köyünden ilçeye yalınayak koşarak okula gitmiş. Herkes çubuk sayarken, o kendi çubuklarını minik dallardan biçerek yapıp götürmüş okula. Onun da çubukları olmuş. Yavaş yavaş ikna oluyorum. Okul güzel bir yer olabilir. Güzel olmasa babam neden uğraşsındı ki okula gitmek için o kadar?
Okula giriyoruz. İp atlanıp, top oynanacak kocaman bir bahçe var orada. İpe, topa veda yok yani, buradan yırttık. Eski merdivenleri çıkıyoruz. Benim gibi çocuklar var. Anne babalarının ellerinde kalemler, kağıtlar. Önce yazılmam gerekiyormuş okula. O zamanlar ‘’kaydolmuyoruz’’ biz. Okula ‘’yazılıyoruz’’. Babam beni ‘’kaydettirmiyor’’. Okula ‘’yazdırıyor’’.
Babam benim boyuma eğiliyor. Göz hizama geldikten sonra, deniz mavi gözlerinde kendimi görüyorum. İçeriye girince bana soru sorabileceklerini ve nazik bir şekilde soruları yanıtlamamı tembihliyor. Cevap veremesem de olurmuş. Ben daha okula gitmedim hiç. Cevapları nasıl bileyim zaten?
Masada oturan adam müdürmüş. Müdür okulun sahibi gibi bir şey olsa gerek. Büyük bir masası ve kitaplığı var. Demek hepsini okudu diye müdür yaptılar. Babamla müdürün gösterdiği yerlere oturuyoruz. Ayaklarım yere değsin istiyorum neden bilmem? Değmiyor. Müdür babama yaşımı soruyor, ben geçen ocak ayında yedi yaşıma girmişim. Yani Ağustos olduğuna göre artık sekize doğru yol almış yaş. Yıllar geçiyor be (!)… Müdür benim minik görüntüme bakıp, tekrar yaşımı soruyor. Hiç unutmuyorum ‘’ Ezilir bu çocuk!’’ dendiğini. Babam bana bakıp gülümsüyor. Ben ne hissettiğimi tam hatırlamıyorum şu an. O zaman psikolojik terimler, çocuk psikolojisi vb. yaklaşımlar çok bilinir değil. Genellememek şartı ile herkes her şeyi konuşabiliyor. Her şey daha düz, ön yıkamasız, alt yazısız, mesaj kaygısız, derinleşmemiş ve tam olarak detaylar ele alınmamış bir halde akıyor o zamanlarda. Şimdi olsa belki defalarca düşünülür çocuğun yanında çocuk hakkında bir yorum yapılırken, hatta çok daha yumuşak bir cümle kurarken bile. Yıllar geçiyor demiştik. Hiçbir şey yerinde durmuyor.
…
Çantam, kitabım, kalemim ve önlüğüm. Komşu teyzenin ördüğü bembeyaz dantel yakalığım. Beyaz ponponlu çoraplarım, rugan pabuçlarım… Ensem açık, tepemde toplanan yün yumağı gibi kıvırcık saçlarım ve kurdelem. Ben hazırım, herkes duysun. Şimdi okullu oldum, gidiyorum annemle sınıfımı doldurmaya… Aslında her şey bu kadar neşeli değildi belki ama içim bir şekilde kıpır kıpırdı. O zaman bugün çok meşhur olan çikolata kavanozu yoktu ama annem bir kaşık tahin pekmez içirdi babamın da ısrarıyla. Dersler aklıma daha çabuk girermiş. Bugün içeyim bari. Belki çabuk anlarsam, bir daha içmem dedim omuz silkerek içimden.
Okul bahçesinde mikrofonla oraya buraya koşan öğretmenler var. Bahçe kalabalık. Çocukların kimi hiç umursamıyor, o yana bu yana koşuyor. Anne babalar heyecanlı. O da ne? Ağlayanlar var. Çocuklar ağlıyor. Okula gitmeyeceklermiş. Hayalimde, ipim, topum, komşuya bırakılan küçük kardeşim… Ve Fatoş bebeğim… Ve sıcak yatağım… Tahin pekmezsiz başlayan sabahlar ve aile ferdi sayısı kadar kâseye koyulan haşlanmış yumurtalar… Ağlasam mı ben de? Ya annem üzülürse?
İsimler okunuyor. İsmi okunan çocuklar, kürsüde sıra yapan öğretmenin önüne diziliyor ve binanın içine giriyor. Sanırım annelerimiz eve gidecek. Annemin elini fırsat varken daha bir sıkı tutuyorum. Okulda ne kadar duracağım? Zamandan da haberim yok. Adımı duyuyorum. Rukiye Şahin, 1B.
Öğretmenim gülen biri. İsmi Nuri. Nuri Ekiz. Önünde sıra oluyoruz. Anneme atılan son bakış. Annemi hala görüyorum. Gözünü mü siliyor? Birazdan gidecek. Ben okula gireceğim. Şimdi annem kardeşimi komşudan alır. Televizyonu açarlar. Çizgi film olabilir belki. Ben burada dururum. Akşam evime gideceğim, okulda yatacak halimiz yok herhalde. Bunlar hep aklımda ama böyle sırayla değil, karışık ve yarım yarım.
Sınıfa girdik. Öğretmen oturacağımız yerleri gösteriyor. Ağlayan çocuklar var. Ben kendimi sıkıyorum. Bir kişi daha ağlarsa, yaşlar hazır dökülmeye poğaça yanaklarımdan. Gözler bulut.
Öğretmen isimlerimizi okuyor. Siz de böyle okuyacaksınız okuma öğrenince diyor. Heyecanlı değil mi? Biz ismimiz okununca ‘’Buradayım.’’ diyecekmişiz. Ben her şeyi anlıyorum. Belki yarın da tahin pekmez yerim bir kaşık.
Öğretmen fıkra anlatıyor. Fıkrayı hatırlamıyorum ama güldüğümü hatırlıyorum. Demek ki her zaman ne dinlediğimiz değil, nasıl hissettiğimiz daha önemli. Hafızam böyle kodlamış o anki hislerimi.
Öğretmen bazı şeyler anlatıyor. Teneffüs zili çalınca dışarı çıkacakmışız. Tekrar çaldığında içeri girecekmişiz. Sokakta zil yoktu. Sokağın saati yoktu. Neyse, belki de kötü bir şey değildir. Öğretmenin okuduğu gibi okuyabilmek de çok güzel. Bunun için zil olmalı.
İlk günler çokça duygusal, bolca sorgulama ve kıyaslamalı geçse de öğretmenimi çok sevdim. İki ay sonra askere gittiği için çok da üzüldüm. İlk öğretmenim, ilk yol göstericimdi o benim. Duvardaki şekillerin harf olduğunu öğretti bana. Hepsini birleştirdim zamanla. Öğretmenim gibi okudum listeleri. Adımı yazdım. Öğretmenimin adını da yazdım.
Yeni öğretmenim geldi. Zeynep Öğretmen. Zeynep Perihan Kılıç. Saçlarımızı topluyor, bizlere her gün bir hikâye anlatıyordu. Arkadaşlarım oldu. Bahçede ip atladık, top ve saklambaç oynadık. Okul oyuna veda değilmiş, okul arkadaşlarıma veda da değilmiş, kardeşim evde çizgi film izliyormuş ama okuma yazma bilmiyormuş hala. Ben okuyorum, ben yazıyorum ve hatta şiir bile ezberliyorum.
Nice günler, nice aylar geçti… Nice 23 Nisanlar, nice eylüller, nice bayramlar, yaz tatilleri ve vedalar… O sıralara dönmek ve o günleri yeniden yaşamak için her şeyimi vermeye hazırım. Bir güne de razıyım ben… Kaşıkla değil kavanozla yedirsin annem tahin pekmezi… Beni okul bahçesine bırakın, bir gün… Bir eylül sabahı yine kalkayım ve koşayım okuluma sevinçle… Bir gün çocuk olayım!
….
Okula hoş geldiniz güzel çocuklar! Yüz yüze, göz göze ve kalp kalbe hoş geldiniz yeniden! Bir ömür değil, bin ömür feda olsun sizlere. Okul taş ve duvar değil… Okul merdiven ve bahçe değil… Okul sadece kitap ve defter değil… Okul sizsiniz çocuklar… Okul sizin cıvıltınız, okul sizin kahkahanız, okul sizin koşturmanız, gözyaşınız ve sevinciniz!
Yaradan sizi büyütsün dilerim! Kavuşmamız bayram olsun çocuklar!
”Bırak olmasın mezar taşımız, bir okul bahçesine gömsünler bizi, çocuklar koşsun üzerimizde.”
(Aziz Nesin, 1915 – 1995)
Kalın sağlıcakla…
Ellerinize sağlık yüreğinize sağlık rukiye hanım birde maşallah kaleminize sağlık
Çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız. Sağ olun, var olun!
eski bir siyah beyaz turk film izledim sanki yazi onu anlatiyor çok guzel olmuş yine
Çok sevindim bu güzel sözlerinize. Ne mutlu!
Ellerine sağlık .. çok güzel sözler
Güzel çocukluk anılarımız